Sevgili Güray Işık, öncelikle Dedektif Dergi söyleşimize hoş geldin, sefalar getirdin.
Güray Işık ismini Dedektif Dergi’nin Zehirli Kalem öykü yarışmasında elde ettiğin birincilikle duyduk. Biyografini okuduğumda öykü dalında başka başarıların olduğunu da öğrendim. Jüri başkanlığını Zülfü Livaneli’nin yaptığı öykü yarışmasında “Dev Masalı” ve “Tavşan Avı” öyküleriyle birincilik elde etmişsin. Bahsetmek istediğin ve bilmediğimiz başka başarıların da var mı böyle?
Hoş bulduk Özlem.
Bu iki anlamlı ödülü ve pek yakında Edebiyatist imzasıyla çıkacak ilk kitabımı saymazsak, edebi manada başka bir başarım yok. Kaldı ki söz konusu edebiyat olunca, başarı ölçülebilir bir nitelik olarak değerlendirebilir mi, tam olarak emin değilim. Zira bir eseri başarılı kılan en nihayetinde okuyucunun teveccühüdür. Aktüel tanımla, son kullanıcının ürün hakkında ne dediği önemlidir ki, aldığım olumlu reaksiyonlardan hareketle, ödüle layık görülen öykülerin çok beğenildiğini içtenlikle söyleyebilirim.
Peki, nasıl başladı bu yolculuk? Neden öyküyle başladın yazmaya, bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmış bir romanın bulunmuyor.
Evet, yayınlanmış bir romanım yok. Yani kişisel yazma serüvenim öykücülükle başladı diyebilirim. İkincisi, yazma eylemine önceden planlanmış bir ajandaya sadık kalarak yahut bilinçli bir itkiyle girişmedim. Bu daha ziyade kıyısında oturup sesini dinlediğiniz, durgun akışını seyreylediğiniz bir dereye yarı bilinçsiz bir ruh haliyle dalıp, zamanla o akışın tabii bir parçası haline gelmek gibi. En basit tanımla yazmak, benim için bir çocukluk hayali değildi. Bize çocukken daha somut, ayakları yere basan hayaller kurmamız öğretildi. Takdir edersiniz ki, bizim gibi bir gelişmekte olan ve her nasılsa bu gelişim sürecini bir türlü tamamlayamayan ülkelerde yazar olmanın hayalini kurmak, daha doğrusu yazarak para kazanacağını düşlemek, bunu bir meslek olarak görüp kendine ülkü edinmek pek akıllıca bir iş değildir. O sebeple yazarlığa yarı bilinçsiz, biraz hevesli ve çokça umutsuz bir ruh hali içinde girdim. Bir netice ya da elle tutulur bir başarı elde etme gayesi asla gütmedim.
Öykü yazmanın biraz daha riskli olduğunu düşünüyor musun sen de? Sonuçta romanı bir şekilde süsleyerek uzatırsın ama öyküyü çok uzatmadan sonuca bağlamak gerekiyor. Dolayısıyla yazarın da elini çabuk tutup okuyanı sıkmadan bunu başarması kolay olmamalı.
Haklısınız. Öykü ekonomik bir şeydir. Bana kalırsa dil ve üslup bakımından romandan kati biçimde ayrılır. Ancak öykünün romana nazaran daha riskli bir alan olduğu konusundan sizinle aynı fikirde değilim. Çünkü roman yazara geniş, ferah bir alan yaratıp kelimeleri hoyratça kullanmasına yol açar. Oysa kelimeler her daim özenle seçilmelidir. Aksi takdirde, pek çok romanda karşınıza çıkan, hani şu hikâyeye hiçbir katkı sunmayan uzun ve sıkıcı sayfalarla örülü bir taslak hazırlamış olursunuz.
Elanor’un Kırmızı Beresi’nden bahseder misin bize? Kim bu Elanor? Nasıl kurguladın?
Elanor sizsiniz. Elanor yan dairede oturan gayrimüslim komşumuz. Elanor, küçük mahallerden birinde yaşayan herhangi bir kadın. Elanor için özel bir kurgu planı yapmadım. O kendi hikayesini kendi yazdı diyebilirim.
Polisiye okurları zeki insanlardır. Hem beklentileri yüksektir hem de şaşırmak, ters köşe olmak isterler. Bir nevi, yazara karşı meydan okumadır bu. Güray Işık da öykülerinde meydan okuyor mu peki?
Okurun beklentilerini her daim önemserim, ancak o beklentilerinin kölesi olmaktan da imtinâ ederim. Dolaysıyla “Ters köşe yapan bir öykü”, “Akıllara durgunluk veren bir hikâye”, “Sarsıcı bir roman”, vb. gibi büyük puntolarla yazılmış, beklentiyi Everest Dağına çıkaran sözlerden ve bu minvalde beklentilerden uzak durup, olabildiğince sıradan, büyük vaatleri olmayan öyküler yazmanın peşindeyim. Bana göre edebiyat, yazarın okuyucuya meydan okuması için yaratılmış bir er meydanı değildir. Bilakis, okuyucuya naifçe dokunmak ve ona ulaşmaktır önceliği.
Kendini nasıl bir yazar olarak tanımlarsın?
Bir yazarın kendi kendini tanımlaması, övmesi yahut tam tersi yermesi bana pek doğru gelmiyor. Bunların tamamı okuyucunun takdir edeceği şeylerdir. Fakat size cevap olur mu bilmem ama Goethe’nin çok sevdiğim bir sözünü, bu soru bağlamında tersten okuyabiliriz. “İnsan ıstırap içinde dilsizleşir,” der Goethe. Bana göreyse tam tersi, geveze kesilir.
Öykülerindeki karakterleri nasıl oluşturuyorsun? Hangi süreçlerden geçerek kaleminde hayat buluyorlar?
Karakter yaratma süreci romanda daha planlı ilerlerken, öyküde karakterden ziyade hikâyenin kendisi ön planda olduğu için asıl odağımı olayın kendisine veririm. Bu yüzden karakterleri sıklıkla ihmal ederim. Karakterlere yeterince ilgi göstermediğim için, hikâyenin cılız bir unsuru olarak kalırlar. Böyle olması açıkçası benim daha çok işime gelir. Çünkü odağın kaymasını tercih etmem.
Polisiyede en çok hangi türe yakın hissediyorsun kendini? Katil kim türüne mi yoksa noir ve gerilim türlerine mi?
Polisiyenin bile kendi içinde onlarca alt türü olmasına temelde karşı olsam da, sorunuza cevaben gizem polisiyesini daha çok tercih ettiğimi söyleyebilirim. ‘Katil kim’ türünde ilerleyen romanlar pek ilgimi çekmez. Dediğim gibi, her zaman asli öncelik hikâyenin kendisidir. Sırf ‘katil kim?’ sorusuna cevap bulmak, yani bu merakı dindirmek maksadıyla 300 sayfalık, üstelik kötü kurgulanmış bir romana zaman ayırmam açıkçası. Hikâye başarılıysa, o kitapta kalırım, bir yere ayrılmam. Katil eninde sonunda ortaya çıkacaktır, mesele o değil. Ben yolun sonundan ziyade yolculuğun kendisine ilgi duyarım.
Güray Işık en çok kimleri okumayı sever? Kendine yakın bulduğun polisiye roman yazarları var mı? Biraz isim verirsen hiç fena olmaz doğrusu. Okurlarımız seni ve tarzını daha yakından tanımak istiyor.
Yaşar Kemal, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Hemingway, Zülfü Livaneli, Kafka, Peyami Safa ilk aklıma gelenler. Diğer soruya gelirsek, kendime yakın bulduğum bir Polisiye bir yazarı yok. Keza ben temelde yazma serüvenine Polisiye ile başlamamış, aksine klasik edebiyat anlayışını benimsemiş biriyim. Bu soruyu sevdiğiniz Polisiye yazarları olarak algılayıp şu isimleri verebilirim: Ahmet Ümit, Jean-Christophe Grangé, “Sir” Arthur Conan Doyle, Edgar Allan Poe ve pek tabii (biraz) geç tanıştığım, ancak kurgulama ve anlatı tekniğini çok beğendiğim Sayın Gencoy Sümer.
Peki, planlarının arasında roman yazmak da var mı, yoksa öykü yazmaya devam mı edeceksin?
Romandan ziyade belki uzun öykü yazabilirim. Esasında bir dönem yazıp, daha sonra demlenmek üzere rafa kaldırdığım politik-kurmaca tadında bir uzun öykü taslağına sahibim. Türkiye’nin politik atmosferi yakın gelecekte olumlu yönde bir ilerleme kaydeder ve bu tarz makbul olmayan metinler yayınevleri tarafından kabul görürse, belki o taslağı yayımlatma şansını elde ederim.
İyi bir öykü yazmanın en önemli kuralı nedir, ya da var mı böyle bir kural?
Öykü yazmanın bir tekniği, eskilerin deyimiyle bir adabı var şüphesiz. Hatta birden çok teknik, yaklaşım şekli ve hikâyeleştirme usulü mevcut. Ancak kati ve değişmez bir kuralı yok. Kişisel gelişim kitaplarında anlatılan 100 Adımda Mutluluğa Ulaşın, 50 Adımda Hakk’a Yürüyün gibi genel geçer ve mesnetsiz anlatılarda olduğu gibi, (genel ve geniş manada) iyi bir öykü yazmayı formülize edemezsiniz. Matematik ve sözel farklı şeylerdir. Matematikte kurallar sabittir ve formüle dayalı yapılan işlemler, hep aynı sabit sonucu verir. Ancak sözel bambaşka bir dünya… O yüzden, şahsen bildiğim tek bir kural var, o da çok çalışmak… Yani bu işin üzerine kafa yormayan, yeterince okumayan ve hatta lüzum duyması halinde ehil kişilerden teknik yardım almayan bir kişinin iyi bir öykü yazabilmesi çok olası gelmiyor bana. Öyle bugünden yarına iyi bir öykücü olamazsınız bence. Yazmanın ön koşulu sabırlı olmaktır. Ha, şayet yazar adayının amacı alelade bir yazar olmaksa, bu hedefe ulaşmakta hiç zorlanmaz ve sabır göstermesi de gerekmez. Çalakalem yazılmış öykülerini, kötü bir editöre emanet edip merdiven altı bir yayınevinden bastırabilir. Sonuçta, hangi akla hizmet yazıldığı bir türlü anlaşılmayan nizamsız ve edebi ağırlıktan yoksun kitap yığınları arasında kaybolup gidecektir.
Bu yüzden bolca okumak, çokça çalışmak, gerektiğinde destek almak çok önemli. Burada ufak bir parantez açalım. Yazmaya meraklı dostlara tek taraflı okuma yapmaktan kaçınmalarını tavsiye ederim. Söz gelimi yalnızca Polisiye kitaplardan beslenirseniz, bir noktadan sonra o kitapların tesiri kaleminize sirayet edecektir. Bu tesirden kurtulmak kolay değildir. Bu nedenle, olabildiğince farklı türde eserler okumanız hem dilinizin zenginleşmesine hem de kendi üslubunuzun oturmasına katkı sağlayacaktır. Belirli bir türde eser vermek niyetinde olunsa dahi, yazma ufkunu genişletmek için farklı dünyalara göz atmanın faydalı olacağı kanısındayım.
Polisiye roman yazsan, romanında seçeceğin dedektif ya da komiser nasıl bir karakter olurdu? Öykülerinden okuduğum kadarıyla betimlemelerin oldukça kuvvetli. Hayal gücünün sınırlarını merak ettim.
Polisiye yazacak olsam, romanımda bir dedektif veya komisere yer verir miyim… Sanırım yanıtım hayır. Bildiğim şu ki, bir gün polisiye yazacak olursam, hikâyenin baş karakteri/kahramanı bir polis, dedektif yahut bir kolluk kuvveti mensubu olmayacaktır. Çünkü klasik Polisiye kalıplarının çok yıprandığı (yıpratıldığı) ve artık gitgide klişe haline gelmeye başladığı endişesini taşıyorum. Süregelen bu ‘korkunç katil-kurnaz dedektif’, ‘kaç-kovala’ denkleminden artık çıkılması gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda bu dar alandan çıkmaya çalışan, insani yönü daha vurgulu bir eser olurdu sanırım. Keza Polisiye edebiyat az önce bahsettiğim bu klasik tarzda kaleme alınmış romanlarla dolup taştı. Aralarında başyapıt sayılacak olanlar da var, onların kötü birer kopyası gibi olanlar da…
Birileri çıkıp öykü/roman yazıyor, birileri de bunları seçiyor ve ödüllendiriyor. Ancak son sözü yine okur söylüyor, bu sana göre bir çelişki mi yoksa yazarın kendisini geliştirme biçimine katkı mı sağlıyor?
Bu soru biraz da yarışmanın prestiji ve seçici kurulun kalitesiyle alakalı. Kitaplarını kendi parasıyla bastırmış kimselerin seçici kurulda olduğu ve merdiven altı yayınevlerinin sponsorluğunu üstlendiği organizasyonlar ve bu organizasyonlarda dağıtılan ödüller, ne oranda okuyucunun ilgi ve beklentisini karşılar, tartışmalıdır. Neticede bir eseri, diğer yüzlerce eser arasından bulup çıkarmak ve ödüllendirmek için, alanında yetkin, deneyimli insanlara görev verilmeli. Aksi takdirde ne gelen ödül sahibine referans olur ne de okuyucu neticeden hoşnut kalır. Bence doğru bir yarışmadan alınan ödül okuyucu tarafında da beklenen ilgi ve takdiri görüyor. En azından kendi özelimde bunu bizzat gözlemledim.
Zehirli Kalem ödülünü kazandığını duyunca ilk olarak ne hissettin?
Çok sevindim. Üstelik bu yarışma sayesinde Gencoy Sümer, Turgut Şişman, Funda Menekşe, Necati Göksel ve adını sayamadığım daha pek çok güzel insanla tanıştım. Onların samimiyetini, dostluğunu ve dayanışmasını gördükçe, Zehirli Kalem ödülü benim için çok daha da anlamlı bir hale gelmeye başladı. Sıklıkla, “İyi ki katılmışım,” derim.
Çok satan bir yazar olmak mı, yoksa ödül alan bir yazar olmak mı daha iyi? Her ödül alan yazarın çok satmadığını düşünecek olursak yani.
Bazı yazarlar (pek de sahici addedilmeyecek bir refleksle) çok satanları eleştirir durur. Ancak pek çoğu içten içe çok satan olmayı hayal edip bunun için didinir. Ayrıca “Her ödül alan yazarın çok satmadığı,” varsayımına katılmıyorum. Çünkü bugün Türk edebiyatının en kıymetli kalemleri, (söz gelimi Sait Faik Öykü Ödülü gibi) büyük yarışmalardan aldıkları ödüller sonrası okuyucunun huzuruna çıkmışlardır. Ve birçoğu çok satan listelerine adını yazdırmayı da başarmıştır. Dolaysısıyla nerede kalmam gerektiğine son tahlilde yine okuyucu karar verecektir. Ödüllü bir az satan olmak, ödülsüz birçok satan olmak, hem ödülsüz hem az satan olmak… Bunların hiçbir önemi yok. Sevdiğim bir alanda çalışma, ilerleme şansını yakaladım ve açıkçası bundan ötesiyle pek ilgilenmiyorum.
Güray Işık başka neler yapıyor, öykü yazmak dışında? Biraz söz eder misin?
Güray Işık’ın hayatındaki tek enteresanlık yazmaktır. Onun dışında sıradan, hatta bir bakıma sıkıcı bir adamdır.
Dedektif Dergi’de yazmaya devam edeceksin değil mi? Öykülerin beğeniyle okunuyor ama benim gibi çoğu kişi, roman yazmanı da beklemiyor değil.
Çok teşekkürler Özlem. Elbette, Dedektif Dergi’yle aramızda çok özel, bir bakıma ailevi bir bağ oluştu. Bu ekibe her manada katkı sunmaya devam edeceğim. Roman konusunda beni yüreklendirdiğin için teşekkür ederim. Belki bir gün… Neden olmasın.
Bu arada Dedektif Dergi ve Herdem Yayınevi iş birliğiyle bir edebiyat atölyesi kurdunuz. Adı Büyüteç Öykü Atölyesi. Merak edenler için biraz da Büyüteç Atölye’den bahsedebilir misin?
Evet, Büyüteç bir online öykü atölyesi. Dedektif Dergi’yle iş birliğinden ziyade, Dedektif çatısı altında barınan yepyeni bir oda yahut alan diyebiliriz buna. Kapımız, eşiğimiz bir yani.
Atölyenin eğitmenliğini sevgili büyüğümüz Zafer Köse üstlendi. Ben ise daha ziyade bu projenin moderasyon ve teknik yükümlülükler tarafındayım. Zafer Köse’yi tanımayanlar için hakkında biraz bilgi vermek de fayda var. Zafer Bey deneyimli bir yazar, kitap eleştirmeni ve editördür. 10’dan fazla yayınlanmış eseri mevcut. Aykut Erdoğdu, Anıl Ural, Zülfü Livaneli gibi pek çok usta yazarın editörlüğünü üstlendi. Birgün, Vatan, Cumhuriyet, Radikal, Sol, Yurt gazetelerinde ve Sol Kültür, İlerihaber, İnsanokur, Kitapeki, Eleştirel Kültür, Sevdalım Hayat yayınlarında kitaplar üzerine eleştiriler ve tanıtımlar yazdı. Bugün hala saygın edebiyat dergileri ve yayınevleri için editörlük ve redaksiyon çalışmaları yürütmekte, yayın kurullarında yer almaktadır. Söz gelimi Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda da seçici kurulunda yer alıyor. Pek tabii benim ilk kitabımın da (Kaygıların Küçük Meydanı) editörüdür. Yazma sanatı üzerine söyleyecek çok fazla sözü olan bir yazar. Hayatı, geçmişi ve kişisel kariyeri boyunca biriktirdiği yığınla deneyime ek olarak; bütünüyle idealist ve nitelikli edebiyata meftun biri. Katılıcımlar için onunla çalışmak büyük bir şans olacaktır şüphesiz.
Büyüteç’i kurarken temel amacımız şuydu: klasik bir telekonferans dinletisi yapmak yerine, kolektif/katılımcı bir kurs yapısı kurgulamak istedik. Kolektiften kasıt, insanlara öykü yazmanın inceliklerini, önceden çalışılmış maddeler ve metinler üzerinden değil, doğrudan onların yazacakları hikayeler üstünden anlatmak… Zira her insanın yazım şekli, edebiyata bakışı, bir olayı hikâyeleştirme yöntemi farklıdır; tabiatıyla bir paket program halindeilerlemenin, katılımcıların kişisel yazma serüvenine katkı sunmayacağı konusunda hemfikirdik. Onların öykülerini okumak, değerlendirmek ve kişisel noksanlıklarına vurgu yapmak, işi usulüne uyguna yapmalarına önayak olmaktı hedefimiz. Bu fikri Gencoy Beyle paylaşınca kendisi harika bir öneride bulundu. “Madem bu atölye her katılımcıyla birebir iletişim halinde ilerleyecek, öyleyse atölyeye katılanların öykülerini kitaplaştırarak, onların önünü açalım.” Haklıydı. Zaten yazmaya yeni merak salan herkesin ortak sancısı bu değil midir? Yazdıklarını deneyimli bir yazara/editöre okutup fikir almak ve hatta, bazı dergilerde veya daha iyisi kolektif bir kitapta yayınlatmak isterler. Fakat bu sanıldığı kadar kolay değildir. Genellikle saygın dergiler ve yayınevleri acemiliklerle dolu ilk öykülere yer vermek istemez. Hele ki bu camiadan kimseyi tanımıyorsanız, yeni bir yazar olarak işiniz çok daha zor.
Özetle Büyüteç, öykü, yazı üzerine düşünceler, temel kavramlar ve bilgilerin hatırladığı bir atölye. Kurs sonunda katılımcıların öykülerinden oluşacak kolektif bir kitap basılacak ve ayrıca her birine sertifika dağıtılacak. Daha fazla detaya ihtiyaç duyanlar buyutecatolye.com adresine girip bilgi edinebilirler.
Sevgili Güray Işık, seni tekrar tebrik ediyorum. Başarıların daim olsun, kaleminden gelen ışık yolunu aydınlatsın. Buraya bir söz bırakmanı istesem, ilk aklına gelen ne olurdu?
George Orwell’in 1984 romanından aklımda kalan şu cümleyi bırakayım o halde: “Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”
Güzel ve samimi sorularınız için ben teşekkür ederim. Edebiyatın ışığı hepimizin yolunu aydınlatsın.